Bu Dağların Ardı
Dedem; askerliğinin altıncı senesinde, Yunanı denize dökerek köyüne dönebilen üç neferden biri, bir İstiklal Harbi gazisiydi. Haymana'dan; Sakarya - İnönü - Afyon - Dumlupınar'a... Manisa - İzmir'e kadar, muharebe ede ede geçtikleri yerleri; köyde cemaatına, çarşıda kasabalıya, yolda arkadaşına anlattığında defalarca dinlemiştim. Çocuk aklımla mahiyetini tam kavrayamadığım; yokluk yoksulluk, kanaatkârlık, dayanıklılık, azim, cesaret... Bu kahramanlık anıları; belleğime bir masal gibi yerleşmiştir. Dedemin yaşadıklarını, babam da kendi yorumuyla naklederdi. Ne dedemin, ne de babamın anlattıklarını yazmadığıma hayıflanırım. İlk ağızdan işittiğim seferberlik, milli mücadele... savaş öyküleri; şimdi, her biri hazine değerinde, birer ibret vesikası olacaktı. Keşke bilincine varıp; duyduğumu, öğrendiğimi başlangıçtan beri yazsaydım... İsmi “Hacı“ olan dedem; askerde bölük eminliği de yapmıştır. Köyünde, mektep medrese görmüş üç beş kişiden biriydi. Tarlası tapanı kıt, rençperliği dardı. Cepheden köyüne döndüğünde imamlık boynuna borç olur. Her hanenin, kendi nüfusuna variyetine göre, bir “godik“ veya bir “mucur“, “yarım“, “tümün“... 'hak' vererek tuttuğu imamlardandı. Dedemin “hak“kını! çobanların, kizirin safına katılarak; harman harman toplardım. Ayşe Halam yedi yaşındadır. Dedem askerden döndükten bir yıl sonra küçük Halam “Periza“ dünyaya gelir. Babaannem ertesi sene iki kızın üstüne Şerafettin'i doğurur. 1925 doğumlu babam! Onun bu dünyada sevgisine doyamadığı yegâne insandı... Hoca Babası; dokuz yaşına kadar, Şerafettin'e eski Türkçe, yeni Türkçe okuyup yazmayı belletmiştir. Kendi kavlince; tarih, coğrafya, tabiat bilgisi, hesap falan da öğretir. Arapgir İlkokulu Baş Muallimi “Varnalı“; imtihandan geçirdiği Şerafettin'i, üçüncü sınıftan başlatır. Şerafettin; sekiz kilometrelik inişli çıkışlı Budak, Çobanlı, Kıçikli, Türüdü... Küçük Çarşı yolunu: yağmur çamur, kar kış demeden altı sene tepeler... Parmakla gösterilen talebeliği nihayetinde, Arapgir Ortaokulu'nu iftiharla bitirir. Kendinden önce okuyanların kitaplarını, emaneten alırmış. Kamış ucuna taktıkları kurşun kalemi, iki santim kalıncaya kadar kullanırlar. Çay kıyısından seçip götürdüğü kamışları, birer karış boyunda keserek arkadaşlarına verir, yerine; defter ortasından çıkarılmış iki yaprak alır. Babaannem bu yaprakları dikerek defter haline sokar. Aynı defterin sayfalarını silip ertesi sene de kullanacağı için yazı yazarken kalemini bastırmaz. Ceket, pantolon, palto... gibi giysiler sadece zenginlerin üzerinde gördüğü şeylerdir. Şerafettin; senelerce bir köyün gurbete yolladığı mektubunu yazıp, gurbetten gelen mektubunu okur. Köylü kısmı birbirinin iciğini cıcığını (her şeyini) bilmez mi? O da mektup sahibine sormadan ne diyeceklerini düşünür bulurmuş. Babam mektuplarda köyün ahvalini, şu sıra ne iş gördüklerini, malın, davarın, “alafın“, ekinlerin durumunu... doğumu, ölümü, kışın çetin geçtiğini... “ayamların“ iyi yada kötü gittiğini... usulü ve münasibince yazar. Sonunda eksiği var mı diye okur. Hislenen dinleyicilerin çıt çıkarmaması, süzülen gözyaşları, kiminin mütebbessim sükutundan... mektubun çok beğenildiği anlaşılırmış. “Vula eferim Şerefettin! Sağ olasın. Nasıl da gözel yazmışsın, aklınla bin yaşa! Böyük memur olasın“ derlermiş. Şerafettin; mektubun sonunda, dilek ve temennileri, selâmların bir tekini unutmaz. Ona, her sefer pestil ceviz verirler, iki cebini nohut doldururlar. Dualar kabul olmuş, Şerafettin okumuş, Kadı Yenge'nin (babaannem) gözünün nuru köyden çıkmıştır... “Köyün meşakkatli hayat şartlarından kurtuldu, işi gücü rahatı iyi ya… canı sağ olsun da gurbette olsun“ diyerek, oğlunun memurluğuna pek sevinir, hep şükrederdi. “Şeherli“ gelini (Annem) Sidret ile, biz torunlarıyla her zaman gururlanırdı. Köyde, Kuran-ı Kerim'den başka kitaplar da bulunan tek ev bizimkiydi. Hoca Dedemin eski Türkçe; Siyer-i Nebi, Mızraklı İlmihal, Hadis kitaplarından ayrıca; benim de karıştırıp okuyabildiğim Bedir, Uhud, Hendek... Gazveleri, Hayber'in Fethi, Battal Gazi Destanı... risaleler vardı. Bütün bunlar kış odasının yüksek tereğinde dururdu. Dağılmış, solmuş - silinmiş bu küçük kitapçıkları arkadaşlarıma gösterirken; sayfaları dikkatle çevirir, yırtılıp kopmamasına özen gösterirdim. Yazılı kâğıtlar, hele de Arap harfleri ile yazılı olanları bir ekmek parçası, bir nimete yakışır şekilde kutsanır, ayak basılmayacak, ellenemeyecek bir yerlere kaldırılırdı! Evimize gelenlere bir lütufta bulunuyormuş, sanki kimseye vermediğimiz bir sırrı paylaşıyormuş gibi, sayfalarını ağır usul çevirdiğim; kara kaplı bir kitap daha vardı. Tek kelimesini anlamadığım bu eski Türkçe kitap: cennet cehennem, kıyamet tasvirleriyle doluydu. “Gayya Kuyusu“, “Sırat Köprüsü“, minberler, köşkler - tahtlar - sancaklar, Peygamber Efendimizin Hırka-yı Şerifleri, seccadesi, kılıcı, ibriği, takunyası... günah ve sevaplarımızın tartılacağı terazi... Hz. Ali'nin Zülfikar'ı... daha böyle bir çok şey elle çizilmişti. Kim hangi akla hizmetle, ne amaçla bunları resmetmeye kalkışmıştı? Dedemin bu kitabı gayri ciddi bulduğu, elimizde dolaşmasına izin verdiğinden belliydi. Eğer saklanmış olsaydı tercüme ettirir, ne mene bir şey olduğunu anlardık. Babamın “iftihar kitabı“ ise köyde isim seçmekte başvurulan (kılavuz) bir kitaptı. Resimlere tek tek bakılır, isminin güzelliği kadar, öğrencinin yakışıklı olup olmadığı da incelenirdi. Maarif Vekili Hasan Ali Yücel'in imzaladığı 615 sayfalık albümde; 1941/1942 Eğitim Öğrenim Döneminde, Türkiye'nin bütün ortaokul ve liselerinde (meslek ortaokulları ve liseleri dahil) iftihara geçmiş öğrencileri yer alıyor. Her sayfasında azami dokuz resim olan bu albümde, yaklaşık 5500 fotoğraf bulunuyor. Babamın yaşıtları olan: Metin Toker, Erdal İnönü, Şevket Demirel, Necmettin Erbakan, Faruk Sükan, Can Yücel, Mazhar Zorlu, Gazi Yaşargil, Asım Bezirci, Halit Kıvanç, Doğan Avcıoğlu, İsmet Giritli, Özcan Köknel, Cevat Babuna... gibi yüzlerce siyaset, sanat ve iş adamı, öğretim üyesi, bürokrat... daha nice ünlünün içinde yer aldığı bu albümü kütüphanemde saklamak ve konuklarıma göstermekten halen de büyük haz duyarım. O tarihlerde; ortaokulsuz ilçeler, lisesiz iller ekseriyetteymiş. Bizim zamanımızda bile, çoğu ilçedeki; yüksek tahsilli sayısı kaymakam, hakim, savcı... gibi birkaç memurdan ibaretti. Üniversite, fakülte, profesör, doçent... telaffuza yeltenemediğimiz gizemli, esrarengiz kelimelerdi. İlkokulu yeni bitirmiştim. 27 Mayıs 1960 İhtilalinin meşruiyetini anlatmak için köy köy dolaşıp toplantılar yapan hükümet-devlet erkânı saflarında bir hukuk öğrencisi görmek hepimizi şaşırtmıştı. Onun konuşmasını hayranlıkla, ağzımız açık dinlemiştik. Ortaokul, lise ve ziraat fakültesi birinci sınıfta; yedi yıl boyunca Fransızca dersi aldım. Ama! Babamın mütevazı bir ilçe ortaokulunda öğrendiği kadar öğrenemedim. Otuzbeş-kırk sene önce ezberlediği okuma parçalarını unutmamıştı. Edebiyat yönüyle de öyleydi. Bildiğim şiirler onun ezberinde tuttukları yanında hiç kalıyordu. Gazyağı fitilinin ışığında ders çalışan babam; aritmetik bağıntılar, geometri teoremleri, fizik kanunları, kimya formülleri... öğrendiklerini, onca zaman aklından çıkmayacak kadar iyi öğrenmişti. Babam, ilkokuldan itibaren; benim ve diğer iki kardeşimin dersini, sınavını ilgiyle takip etti. Biçare adam, mezuniyetimizi göreceği günlere kadar talebelikten kurtulamadı. Ben de önce kızım İffet, sonra oğlum Mehmet ile; öğrencilik heyecanını, kaygılarını bir daha bir daha yaşadım, yeniden öğrendim. Bugün hâlâ; yolculuklarım... yatakhane, yurt, dershaneler, sınavlar... sancılı öğrencilik günlerim! rüyalarıma giriyor. Yolculuklarımızın her biri müstakil bir seyahat, bir macera niteliğindeydi. Yollar, araçlar... bugünkü ulaşım ve iletişimden eser yoktu. Derslerimiz ağırdı. Öğretmenler ödün vermezdi. Ders geçmek sınıf atlamak kolay değildi. Çok ama çok çalışırdık. Şimdiki nesiller bizim yaşadığımız karne, diploma sevincini yaşamıyor. Babam kadar olmasa da! bizler de bellediğimizi tam bellerdik. Okumuş, vasıflı insanlara hayranlık beslenir, gıpta edilirdi. Mesleklerin haysiyetini koruduğu; henüz ayağa düşmediği yıllarda tahsile çıkmıştık. Babam dedeme, ben babama, oğlum ise; bana göre çok daha iyi imkânlara erişti. Girdiğim sınavlar, öğrencilik günlerinden beri yaptığım sayısız yolculuk, meslek hayatımın ilk izlenimleri; görüş ve hislerimi derinden etkilemiştir. Tahsil olanağı bulamayanlar, çoğunluktaydı. Geleceğe hazırlanırken; “Bu dağların ardına!“ borçlu olduğumuzu unutmadık. Bugün de hâlâ, ülkesinin kaderi önünde düşünen; sorumlu, duyarlı... “bir kuşağın“ naçiz bir ferdi olmaktan övünç duyuyorum. Babamın şartları ortaokuldan ileriye gitmesine elvermemişti. Fakat O; bizlerin iyi mekteplerde okumasını, yüksek tahsil yapmasını, fazlasıyla arzuluyordu. Ben de çocuklarımın iyi yetişmesini, mazlum insanımıza hizmet etmelerini; canı gönülden istedim. Çok şükür! Dileklerim kabul oldu. Onlar, beğendikleri eğitim ve öğrenimi gördüler. Bir şeyi gerçekten bilmenin, iyi anlamanın yolu: çalışıp çalışıp biraz daha çalışmaktı... Her zaman! “Onurlu ve dürüst yaşamanız, inancınız; başarınızdan çok daha değerliydi...“ Çocuklarımla arkadaşlık etmenin, kazanımlarımı onlarla paylaşmanın mutluluğunu yaşadım. Ömrüm vefa ettikçe de devam edeceğim. Hisse çıkarmaları için, yeri geldikçe anlattığım nice kıssayı kim bilir kaç sefer çocuklarım dinledi. Onlardan bazılarını yazarak bu kitabı oluşturdum. Siz de çocuklarınıza da okutursunuz. Çocuklarıma bırakacak başkaca bir şeyim, servetim yok.
- Açıklama
Dedem; askerliğinin altıncı senesinde, Yunanı denize dökerek köyüne dönebilen üç neferden biri, bir İstiklal Harbi gazisiydi. Haymana'dan; Sakarya - İnönü - Afyon - Dumlupınar'a... Manisa - İzmir'e kadar, muharebe ede ede geçtikleri yerleri; köyde cemaatına, çarşıda kasabalıya, yolda arkadaşına anlattığında defalarca dinlemiştim. Çocuk aklımla mahiyetini tam kavrayamadığım; yokluk yoksulluk, kanaatkârlık, dayanıklılık, azim, cesaret... Bu kahramanlık anıları; belleğime bir masal gibi yerleşmiştir. Dedemin yaşadıklarını, babam da kendi yorumuyla naklederdi. Ne dedemin, ne de babamın anlattıklarını yazmadığıma hayıflanırım. İlk ağızdan işittiğim seferberlik, milli mücadele... savaş öyküleri; şimdi, her biri hazine değerinde, birer ibret vesikası olacaktı. Keşke bilincine varıp; duyduğumu, öğrendiğimi başlangıçtan beri yazsaydım... İsmi “Hacı“ olan dedem; askerde bölük eminliği de yapmıştır. Köyünde, mektep medrese görmüş üç beş kişiden biriydi. Tarlası tapanı kıt, rençperliği dardı. Cepheden köyüne döndüğünde imamlık boynuna borç olur. Her hanenin, kendi nüfusuna variyetine göre, bir “godik“ veya bir “mucur“, “yarım“, “tümün“... 'hak' vererek tuttuğu imamlardandı. Dedemin “hak“kını! çobanların, kizirin safına katılarak; harman harman toplardım. Ayşe Halam yedi yaşındadır. Dedem askerden döndükten bir yıl sonra küçük Halam “Periza“ dünyaya gelir. Babaannem ertesi sene iki kızın üstüne Şerafettin'i doğurur. 1925 doğumlu babam! Onun bu dünyada sevgisine doyamadığı yegâne insandı... Hoca Babası; dokuz yaşına kadar, Şerafettin'e eski Türkçe, yeni Türkçe okuyup yazmayı belletmiştir. Kendi kavlince; tarih, coğrafya, tabiat bilgisi, hesap falan da öğretir. Arapgir İlkokulu Baş Muallimi “Varnalı“; imtihandan geçirdiği Şerafettin'i, üçüncü sınıftan başlatır. Şerafettin; sekiz kilometrelik inişli çıkışlı Budak, Çobanlı, Kıçikli, Türüdü... Küçük Çarşı yolunu: yağmur çamur, kar kış demeden altı sene tepeler... Parmakla gösterilen talebeliği nihayetinde, Arapgir Ortaokulu'nu iftiharla bitirir. Kendinden önce okuyanların kitaplarını, emaneten alırmış. Kamış ucuna taktıkları kurşun kalemi, iki santim kalıncaya kadar kullanırlar. Çay kıyısından seçip götürdüğü kamışları, birer karış boyunda keserek arkadaşlarına verir, yerine; defter ortasından çıkarılmış iki yaprak alır. Babaannem bu yaprakları dikerek defter haline sokar. Aynı defterin sayfalarını silip ertesi sene de kullanacağı için yazı yazarken kalemini bastırmaz. Ceket, pantolon, palto... gibi giysiler sadece zenginlerin üzerinde gördüğü şeylerdir. Şerafettin; senelerce bir köyün gurbete yolladığı mektubunu yazıp, gurbetten gelen mektubunu okur. Köylü kısmı birbirinin iciğini cıcığını (her şeyini) bilmez mi? O da mektup sahibine sormadan ne diyeceklerini düşünür bulurmuş. Babam mektuplarda köyün ahvalini, şu sıra ne iş gördüklerini, malın, davarın, “alafın“, ekinlerin durumunu... doğumu, ölümü, kışın çetin geçtiğini... “ayamların“ iyi yada kötü gittiğini... usulü ve münasibince yazar. Sonunda eksiği var mı diye okur. Hislenen dinleyicilerin çıt çıkarmaması, süzülen gözyaşları, kiminin mütebbessim sükutundan... mektubun çok beğenildiği anlaşılırmış. “Vula eferim Şerefettin! Sağ olasın. Nasıl da gözel yazmışsın, aklınla bin yaşa! Böyük memur olasın“ derlermiş. Şerafettin; mektubun sonunda, dilek ve temennileri, selâmların bir tekini unutmaz. Ona, her sefer pestil ceviz verirler, iki cebini nohut doldururlar. Dualar kabul olmuş, Şerafettin okumuş, Kadı Yenge'nin (babaannem) gözünün nuru köyden çıkmıştır... “Köyün meşakkatli hayat şartlarından kurtuldu, işi gücü rahatı iyi ya… canı sağ olsun da gurbette olsun“ diyerek, oğlunun memurluğuna pek sevinir, hep şükrederdi. “Şeherli“ gelini (Annem) Sidret ile, biz torunlarıyla her zaman gururlanırdı. Köyde, Kuran-ı Kerim'den başka kitaplar da bulunan tek ev bizimkiydi. Hoca Dedemin eski Türkçe; Siyer-i Nebi, Mızraklı İlmihal, Hadis kitaplarından ayrıca; benim de karıştırıp okuyabildiğim Bedir, Uhud, Hendek... Gazveleri, Hayber'in Fethi, Battal Gazi Destanı... risaleler vardı. Bütün bunlar kış odasının yüksek tereğinde dururdu. Dağılmış, solmuş - silinmiş bu küçük kitapçıkları arkadaşlarıma gösterirken; sayfaları dikkatle çevirir, yırtılıp kopmamasına özen gösterirdim. Yazılı kâğıtlar, hele de Arap harfleri ile yazılı olanları bir ekmek parçası, bir nimete yakışır şekilde kutsanır, ayak basılmayacak, ellenemeyecek bir yerlere kaldırılırdı! Evimize gelenlere bir lütufta bulunuyormuş, sanki kimseye vermediğimiz bir sırrı paylaşıyormuş gibi, sayfalarını ağır usul çevirdiğim; kara kaplı bir kitap daha vardı. Tek kelimesini anlamadığım bu eski Türkçe kitap: cennet cehennem, kıyamet tasvirleriyle doluydu. “Gayya Kuyusu“, “Sırat Köprüsü“, minberler, köşkler - tahtlar - sancaklar, Peygamber Efendimizin Hırka-yı Şerifleri, seccadesi, kılıcı, ibriği, takunyası... günah ve sevaplarımızın tartılacağı terazi... Hz. Ali'nin Zülfikar'ı... daha böyle bir çok şey elle çizilmişti. Kim hangi akla hizmetle, ne amaçla bunları resmetmeye kalkışmıştı? Dedemin bu kitabı gayri ciddi bulduğu, elimizde dolaşmasına izin verdiğinden belliydi. Eğer saklanmış olsaydı tercüme ettirir, ne mene bir şey olduğunu anlardık. Babamın “iftihar kitabı“ ise köyde isim seçmekte başvurulan (kılavuz) bir kitaptı. Resimlere tek tek bakılır, isminin güzelliği kadar, öğrencinin yakışıklı olup olmadığı da incelenirdi. Maarif Vekili Hasan Ali Yücel'in imzaladığı 615 sayfalık albümde; 1941/1942 Eğitim Öğrenim Döneminde, Türkiye'nin bütün ortaokul ve liselerinde (meslek ortaokulları ve liseleri dahil) iftihara geçmiş öğrencileri yer alıyor. Her sayfasında azami dokuz resim olan bu albümde, yaklaşık 5500 fotoğraf bulunuyor. Babamın yaşıtları olan: Metin Toker, Erdal İnönü, Şevket Demirel, Necmettin Erbakan, Faruk Sükan, Can Yücel, Mazhar Zorlu, Gazi Yaşargil, Asım Bezirci, Halit Kıvanç, Doğan Avcıoğlu, İsmet Giritli, Özcan Köknel, Cevat Babuna... gibi yüzlerce siyaset, sanat ve iş adamı, öğretim üyesi, bürokrat... daha nice ünlünün içinde yer aldığı bu albümü kütüphanemde saklamak ve konuklarıma göstermekten halen de büyük haz duyarım. O tarihlerde; ortaokulsuz ilçeler, lisesiz iller ekseriyetteymiş. Bizim zamanımızda bile, çoğu ilçedeki; yüksek tahsilli sayısı kaymakam, hakim, savcı... gibi birkaç memurdan ibaretti. Üniversite, fakülte, profesör, doçent... telaffuza yeltenemediğimiz gizemli, esrarengiz kelimelerdi. İlkokulu yeni bitirmiştim. 27 Mayıs 1960 İhtilalinin meşruiyetini anlatmak için köy köy dolaşıp toplantılar yapan hükümet-devlet erkânı saflarında bir hukuk öğrencisi görmek hepimizi şaşırtmıştı. Onun konuşmasını hayranlıkla, ağzımız açık dinlemiştik. Ortaokul, lise ve ziraat fakültesi birinci sınıfta; yedi yıl boyunca Fransızca dersi aldım. Ama! Babamın mütevazı bir ilçe ortaokulunda öğrendiği kadar öğrenemedim. Otuzbeş-kırk sene önce ezberlediği okuma parçalarını unutmamıştı. Edebiyat yönüyle de öyleydi. Bildiğim şiirler onun ezberinde tuttukları yanında hiç kalıyordu. Gazyağı fitilinin ışığında ders çalışan babam; aritmetik bağıntılar, geometri teoremleri, fizik kanunları, kimya formülleri... öğrendiklerini, onca zaman aklından çıkmayacak kadar iyi öğrenmişti. Babam, ilkokuldan itibaren; benim ve diğer iki kardeşimin dersini, sınavını ilgiyle takip etti. Biçare adam, mezuniyetimizi göreceği günlere kadar talebelikten kurtulamadı. Ben de önce kızım İffet, sonra oğlum Mehmet ile; öğrencilik heyecanını, kaygılarını bir daha bir daha yaşadım, yeniden öğrendim. Bugün hâlâ; yolculuklarım... yatakhane, yurt, dershaneler, sınavlar... sancılı öğrencilik günlerim! rüyalarıma giriyor. Yolculuklarımızın her biri müstakil bir seyahat, bir macera niteliğindeydi. Yollar, araçlar... bugünkü ulaşım ve iletişimden eser yoktu. Derslerimiz ağırdı. Öğretmenler ödün vermezdi. Ders geçmek sınıf atlamak kolay değildi. Çok ama çok çalışırdık. Şimdiki nesiller bizim yaşadığımız karne, diploma sevincini yaşamıyor. Babam kadar olmasa da! bizler de bellediğimizi tam bellerdik. Okumuş, vasıflı insanlara hayranlık beslenir, gıpta edilirdi. Mesleklerin haysiyetini koruduğu; henüz ayağa düşmediği yıllarda tahsile çıkmıştık. Babam dedeme, ben babama, oğlum ise; bana göre çok daha iyi imkânlara erişti. Girdiğim sınavlar, öğrencilik günlerinden beri yaptığım sayısız yolculuk, meslek hayatımın ilk izlenimleri; görüş ve hislerimi derinden etkilemiştir. Tahsil olanağı bulamayanlar, çoğunluktaydı. Geleceğe hazırlanırken; “Bu dağların ardına!“ borçlu olduğumuzu unutmadık. Bugün de hâlâ, ülkesinin kaderi önünde düşünen; sorumlu, duyarlı... “bir kuşağın“ naçiz bir ferdi olmaktan övünç duyuyorum. Babamın şartları ortaokuldan ileriye gitmesine elvermemişti. Fakat O; bizlerin iyi mekteplerde okumasını, yüksek tahsil yapmasını, fazlasıyla arzuluyordu. Ben de çocuklarımın iyi yetişmesini, mazlum insanımıza hizmet etmelerini; canı gönülden istedim. Çok şükür! Dileklerim kabul oldu. Onlar, beğendikleri eğitim ve öğrenimi gördüler. Bir şeyi gerçekten bilmenin, iyi anlamanın yolu: çalışıp çalışıp biraz daha çalışmaktı... Her zaman! “Onurlu ve dürüst yaşamanız, inancınız; başarınızdan çok daha değerliydi...“ Çocuklarımla arkadaşlık etmenin, kazanımlarımı onlarla paylaşmanın mutluluğunu yaşadım. Ömrüm vefa ettikçe de devam edeceğim. Hisse çıkarmaları için, yeri geldikçe anlattığım nice kıssayı kim bilir kaç sefer çocuklarım dinledi. Onlardan bazılarını yazarak bu kitabı oluşturdum. Siz de çocuklarınıza da okutursunuz. Çocuklarıma bırakacak başkaca bir şeyim, servetim yok.
- Yorumlar
- Yorum yazBu kitaba henüz kimse yorum yapmamıştır.