Teknik Bilgiler
Stok Kodu
9789750810367
Boyut
205-280
Sayfa Sayısı
427
Basım Yeri
İstanbul
Baskı
1
Kapak Türü
Ciltli
Kağıt Türü
1. Hamur
Dili
Türkçe
9789750810367
395180
https://www.kitapburada.com/kitap/her-gune-bir-yemek
Her Güne Bir Yemek
45.00
Her Güne Bir Masal, Her Güne Bir Oyun ve Her Güne Bir Ninniden sonra şimdi de Her Güne Bir Yemek kitabı geliyor. Tijen İnaltongun hazırladığı bu kitap, 29 Şubat da unutulmamak şartıyla her gün için bir yemekle çıkıyor karşımıza. Bizi yemeklerin büyülü dünyasında gezdirirken ülkelerle, geleneklerle, inançlarla ilgili bilgiler de veriyor, öyküler de anlatıyor dört bir yandan.
Tadımlık
Kapıyı her zaman postacı çalmaz. Bazen çok, ama çok saygı duyduğunuz bir büyüğünüzün tık tıklarıdır duyduğunuz. Kulağınıza fısıldadığı sözcüklere ilk başta anlam veremezsiniz. Bir proje vardır, gözünüzde canlandıramazsınız. Sizin bu işin altından kalkacağınızı düşünmüş, kimselerin tahmin dahi edemeyeceği kadar onurlandırmıştır sözleriyle. Ağzınızdan Gurur duyarım, elbette sözcükleri çıkmıştır çıkmasına ya, henüz sonraki aylarda neredeyse başka hiçbir işe zaman ayırmayacak kadar yoğunlaşarak, her anında ayrı bir heyecan duyup her yeni bilgiyle gönenip adım adım ilerleyecekken, hazırlığına layık görüldüğünüz kitabın neye benzeyeceğini, size nasıl kapılar açacağını bilemezsiniz. Yılın her günü için (29 Şubatı da sayarsak 366 adet) bir yemek tarifi yazmanız gerekmektedir. Ancak bu kitabın sadece bir tarif kitabı olması içinize sinmeyecektir. İstersiniz ki kendi kültürünüzden ve dünyanın tüm kültürlerinden kutlamalar, şenlikler, sofralar eşlik etsin tariflere. İstersiniz ki okuyucu her sayfayı çevirişinde en az sizin kadar heyecan duysun, sahiplensin ortaya çıkarmak için aylar boyu emek verdiğiniz eseri (Eser demek burnu büyüklük gibi gelmez size umarım. Her anne doğurduğu çocuğun nasıl olup da doğurabildiğine asla inanamasa da dünyanın en güzel eseri olduğunu düşünür). Öyle zengin bir geleneğin mirasçılarıyız ki ve öyle uzaklaşmışız ki âdetlerimizden, bu kitabı hazırlamak için kolları sıvadığım ilk günden itibaren bulduğum her bilgi kırıntısı, her hikâye, her kutlama vesilesi bir yandan sevincimi katlarken bir yandan da burnumun direğini sızlattı. Evet, belki küçük yerleşim yerlerinde veya geleneklerine bağlı ailelerde sürdürülegelen âdetler hâlâ var. Ancak hızlı bir trenin peşine takılmışçasına koşturup durduğumuz bir dönemde yaşıyoruz. Nasıl olduğunu anlayamadan ayların, yılların geçtiğini farkettiğimiz şu dönemde bizi asırlar boyu birbirimize bağlayan, güç veren törenlerimiz, paylaşımlarımız, kutlama ve buluşmalarımız daha da önem kazanıyor. Neden, diyeceksiniz. Her şey öylesine birbirine benzer, öylesine tatsız bir hale geldi ki (buna tezgâhlardaki sebze ve meyveler, marketlerdeki paketli ürünler, restoranlarda yediğimiz yemekler de dahil) geleneklerimiz bu hızlı tempodan bir an için uzaklaşıp kim olduğumuzu hatırlamamızı sağlıyor. Okudukça, öğrendikçe onların yeniden canlanmasını, filizlenip dünyayı sarmasını istemeden edemiyorsunuz. Her alanda yaşanan hızlı gelişme hem aile hayatını, hem de toplumsal bütünlüğü etkiliyor, deyim yerindeyse çatır çatır çatlamasına neden oluyor geleneklerin. Düşünsenize, erkek kardeşiniz askere giderken anneniz onun şerefine mahlepli bir çörek pişiriyor. Bir kısmını kardeşinize yedirdikten sonra kalan çöreği duvara asıyor. Askerlik boyunca gelen mektuplar için bir pano görevi gören çörek, aylar geçip de kardeşiniz geri döndüğünde asıldığı yerden alınıyor, bir lokması kardeşinize yedirilip kalanı da kurda kuşa yem olsun diye bahçeye serpiliyor. Kızkardeşinizin bebeğinin ilk dişi çıktığında halanız onun için diş buğdayı kaynatıyor, buğdaylardan otuziki tanesini bir ipe dizip yeğeninizin koluna asıyor. Otuziki dişi sembolize eden bu âdete göre buğdaylar kuruyup düştükçe yeni bir dişin çıkacağına inanıyorsunuz. Aşure ayının geldiğini farkedip, bir zamanlar anneannenizin yaptığı gibi alışverişinizi yapıyor ve aile yadigârı koca bakır tencerenizde aşure kaynatıp komşularınıza dağıtıyorsunuz. Nerede olduğunuzun hiç önemi yok. İstanbulda, Bartın, Aydın, Kayseri, hattâ Almanya veya Avustralyada yaşıyor olabilirsiniz. Bulabildiğiniz malzemelerle kaynatın aşureyi. Bırakın birkaç malzemesi eksik olsun. Bir kâse aşurenin birleştirici gücünü pişirip dağıtmadan bilemezsiniz. Ailenizden biri öldüyse konu komşunuzun getirdiği bir tencere çorbanın ısıtan gücünü, yaşamadan tahmin etmek çok zor. Hıdrellez gününü hatırlayın. Dileklerinizi astıktan sonra bir gül dalına, bir de güzel piknik sofrası kurduğunuz, sevdiklerinizle neşe içinde yediğiniz, içtiğiniz, sohbet ettiğiniz. Annenizden duyduğunuz Zekeriya Sofrasında buluşturun dostlarınızı, veya bir bayram kahvaltısında... Bu kitapta sadece tarihler ve tarifler değil, binbir yöreden gelenekler de var. Kimi artık unuttuğumuz, kimi hiç duymadığımız, kimi okuyunca gülümseyip kimi ise gözlerimizi nemlendiren. Ne kadar çok araştırır, bulur, yazar, yayımlar, anlatırsak geleneklerimizi, o kadar yaşatır, o kadar gerçek kılarız. Geçmişe dair bütün güzellikleri birer birer yitiriyoruz. Ailemizin büyükleri mesela. Onlarla birlikte öbür dünyaya gidecek öyle çok bilgi var ki. Artık geçerliliği kalmamış eski meslekleri düşünün. Bizler bakır tencere kullanmadıkça kalaycılar; el yapımı tahta kaşık satın almadıkça kaşık ustaları; mutfağımızda yöresel mutfak eşyalarına yer vermedikçe bakırcılar, demirciler, bıçakçılar, toprak kaba şekil veren ustalar ve daha niceleri bu işten ekmek yiyemez olacaklar. Sonra hasırcılar, semerciler, keçeciler ve daha nice meslek erbabı, zanaatkâr... Bu kitabın sayfalarında gördüklerinizden hoşnut olur, bilgilenir ya da bildiklerinizi hatırlar, tarifleri sevdikleriniz için uygular, güzel sofralara koyarsanız en güzel tabaklarınızda, başka ne dilerim ki sizden? Bir dileğim daha var gerçi. Geleneksel sanatlarımızın yaşatılmasına karınca kararınca da olsa katkıda bulunmanız, aile büyüklerinizden kendi ailenizin geçmişini, geleneklerini, âdetlerini öğrenip derlemeniz. Siz, ben, o. Hepimiz bir ucundan tuttuğumuzda hiç değilse kayda geçirmiş oluruz değerlerimizi, değerli insanlarımızı. Daha hatırlanır kılarız onları. İşte bunu da yaparsanız iki değil on kat mutlu olurum. Önceki kitaplarımı okumuş olan okurlarım bilirler. Tariflerimde mevsime uygun, sağlıklı, olabildiğince kolay bulunabilir, cebinizde delik oluşturmadan satın alınabilir malzemelerle hazırlanan tarifler ö
Tadımlık
Kapıyı her zaman postacı çalmaz. Bazen çok, ama çok saygı duyduğunuz bir büyüğünüzün tık tıklarıdır duyduğunuz. Kulağınıza fısıldadığı sözcüklere ilk başta anlam veremezsiniz. Bir proje vardır, gözünüzde canlandıramazsınız. Sizin bu işin altından kalkacağınızı düşünmüş, kimselerin tahmin dahi edemeyeceği kadar onurlandırmıştır sözleriyle. Ağzınızdan Gurur duyarım, elbette sözcükleri çıkmıştır çıkmasına ya, henüz sonraki aylarda neredeyse başka hiçbir işe zaman ayırmayacak kadar yoğunlaşarak, her anında ayrı bir heyecan duyup her yeni bilgiyle gönenip adım adım ilerleyecekken, hazırlığına layık görüldüğünüz kitabın neye benzeyeceğini, size nasıl kapılar açacağını bilemezsiniz. Yılın her günü için (29 Şubatı da sayarsak 366 adet) bir yemek tarifi yazmanız gerekmektedir. Ancak bu kitabın sadece bir tarif kitabı olması içinize sinmeyecektir. İstersiniz ki kendi kültürünüzden ve dünyanın tüm kültürlerinden kutlamalar, şenlikler, sofralar eşlik etsin tariflere. İstersiniz ki okuyucu her sayfayı çevirişinde en az sizin kadar heyecan duysun, sahiplensin ortaya çıkarmak için aylar boyu emek verdiğiniz eseri (Eser demek burnu büyüklük gibi gelmez size umarım. Her anne doğurduğu çocuğun nasıl olup da doğurabildiğine asla inanamasa da dünyanın en güzel eseri olduğunu düşünür). Öyle zengin bir geleneğin mirasçılarıyız ki ve öyle uzaklaşmışız ki âdetlerimizden, bu kitabı hazırlamak için kolları sıvadığım ilk günden itibaren bulduğum her bilgi kırıntısı, her hikâye, her kutlama vesilesi bir yandan sevincimi katlarken bir yandan da burnumun direğini sızlattı. Evet, belki küçük yerleşim yerlerinde veya geleneklerine bağlı ailelerde sürdürülegelen âdetler hâlâ var. Ancak hızlı bir trenin peşine takılmışçasına koşturup durduğumuz bir dönemde yaşıyoruz. Nasıl olduğunu anlayamadan ayların, yılların geçtiğini farkettiğimiz şu dönemde bizi asırlar boyu birbirimize bağlayan, güç veren törenlerimiz, paylaşımlarımız, kutlama ve buluşmalarımız daha da önem kazanıyor. Neden, diyeceksiniz. Her şey öylesine birbirine benzer, öylesine tatsız bir hale geldi ki (buna tezgâhlardaki sebze ve meyveler, marketlerdeki paketli ürünler, restoranlarda yediğimiz yemekler de dahil) geleneklerimiz bu hızlı tempodan bir an için uzaklaşıp kim olduğumuzu hatırlamamızı sağlıyor. Okudukça, öğrendikçe onların yeniden canlanmasını, filizlenip dünyayı sarmasını istemeden edemiyorsunuz. Her alanda yaşanan hızlı gelişme hem aile hayatını, hem de toplumsal bütünlüğü etkiliyor, deyim yerindeyse çatır çatır çatlamasına neden oluyor geleneklerin. Düşünsenize, erkek kardeşiniz askere giderken anneniz onun şerefine mahlepli bir çörek pişiriyor. Bir kısmını kardeşinize yedirdikten sonra kalan çöreği duvara asıyor. Askerlik boyunca gelen mektuplar için bir pano görevi gören çörek, aylar geçip de kardeşiniz geri döndüğünde asıldığı yerden alınıyor, bir lokması kardeşinize yedirilip kalanı da kurda kuşa yem olsun diye bahçeye serpiliyor. Kızkardeşinizin bebeğinin ilk dişi çıktığında halanız onun için diş buğdayı kaynatıyor, buğdaylardan otuziki tanesini bir ipe dizip yeğeninizin koluna asıyor. Otuziki dişi sembolize eden bu âdete göre buğdaylar kuruyup düştükçe yeni bir dişin çıkacağına inanıyorsunuz. Aşure ayının geldiğini farkedip, bir zamanlar anneannenizin yaptığı gibi alışverişinizi yapıyor ve aile yadigârı koca bakır tencerenizde aşure kaynatıp komşularınıza dağıtıyorsunuz. Nerede olduğunuzun hiç önemi yok. İstanbulda, Bartın, Aydın, Kayseri, hattâ Almanya veya Avustralyada yaşıyor olabilirsiniz. Bulabildiğiniz malzemelerle kaynatın aşureyi. Bırakın birkaç malzemesi eksik olsun. Bir kâse aşurenin birleştirici gücünü pişirip dağıtmadan bilemezsiniz. Ailenizden biri öldüyse konu komşunuzun getirdiği bir tencere çorbanın ısıtan gücünü, yaşamadan tahmin etmek çok zor. Hıdrellez gününü hatırlayın. Dileklerinizi astıktan sonra bir gül dalına, bir de güzel piknik sofrası kurduğunuz, sevdiklerinizle neşe içinde yediğiniz, içtiğiniz, sohbet ettiğiniz. Annenizden duyduğunuz Zekeriya Sofrasında buluşturun dostlarınızı, veya bir bayram kahvaltısında... Bu kitapta sadece tarihler ve tarifler değil, binbir yöreden gelenekler de var. Kimi artık unuttuğumuz, kimi hiç duymadığımız, kimi okuyunca gülümseyip kimi ise gözlerimizi nemlendiren. Ne kadar çok araştırır, bulur, yazar, yayımlar, anlatırsak geleneklerimizi, o kadar yaşatır, o kadar gerçek kılarız. Geçmişe dair bütün güzellikleri birer birer yitiriyoruz. Ailemizin büyükleri mesela. Onlarla birlikte öbür dünyaya gidecek öyle çok bilgi var ki. Artık geçerliliği kalmamış eski meslekleri düşünün. Bizler bakır tencere kullanmadıkça kalaycılar; el yapımı tahta kaşık satın almadıkça kaşık ustaları; mutfağımızda yöresel mutfak eşyalarına yer vermedikçe bakırcılar, demirciler, bıçakçılar, toprak kaba şekil veren ustalar ve daha niceleri bu işten ekmek yiyemez olacaklar. Sonra hasırcılar, semerciler, keçeciler ve daha nice meslek erbabı, zanaatkâr... Bu kitabın sayfalarında gördüklerinizden hoşnut olur, bilgilenir ya da bildiklerinizi hatırlar, tarifleri sevdikleriniz için uygular, güzel sofralara koyarsanız en güzel tabaklarınızda, başka ne dilerim ki sizden? Bir dileğim daha var gerçi. Geleneksel sanatlarımızın yaşatılmasına karınca kararınca da olsa katkıda bulunmanız, aile büyüklerinizden kendi ailenizin geçmişini, geleneklerini, âdetlerini öğrenip derlemeniz. Siz, ben, o. Hepimiz bir ucundan tuttuğumuzda hiç değilse kayda geçirmiş oluruz değerlerimizi, değerli insanlarımızı. Daha hatırlanır kılarız onları. İşte bunu da yaparsanız iki değil on kat mutlu olurum. Önceki kitaplarımı okumuş olan okurlarım bilirler. Tariflerimde mevsime uygun, sağlıklı, olabildiğince kolay bulunabilir, cebinizde delik oluşturmadan satın alınabilir malzemelerle hazırlanan tarifler ö
- Açıklama
- Her Güne Bir Masal, Her Güne Bir Oyun ve Her Güne Bir Ninniden sonra şimdi de Her Güne Bir Yemek kitabı geliyor. Tijen İnaltongun hazırladığı bu kitap, 29 Şubat da unutulmamak şartıyla her gün için bir yemekle çıkıyor karşımıza. Bizi yemeklerin büyülü dünyasında gezdirirken ülkelerle, geleneklerle, inançlarla ilgili bilgiler de veriyor, öyküler de anlatıyor dört bir yandan.
Tadımlık
Kapıyı her zaman postacı çalmaz. Bazen çok, ama çok saygı duyduğunuz bir büyüğünüzün tık tıklarıdır duyduğunuz. Kulağınıza fısıldadığı sözcüklere ilk başta anlam veremezsiniz. Bir proje vardır, gözünüzde canlandıramazsınız. Sizin bu işin altından kalkacağınızı düşünmüş, kimselerin tahmin dahi edemeyeceği kadar onurlandırmıştır sözleriyle. Ağzınızdan Gurur duyarım, elbette sözcükleri çıkmıştır çıkmasına ya, henüz sonraki aylarda neredeyse başka hiçbir işe zaman ayırmayacak kadar yoğunlaşarak, her anında ayrı bir heyecan duyup her yeni bilgiyle gönenip adım adım ilerleyecekken, hazırlığına layık görüldüğünüz kitabın neye benzeyeceğini, size nasıl kapılar açacağını bilemezsiniz. Yılın her günü için (29 Şubatı da sayarsak 366 adet) bir yemek tarifi yazmanız gerekmektedir. Ancak bu kitabın sadece bir tarif kitabı olması içinize sinmeyecektir. İstersiniz ki kendi kültürünüzden ve dünyanın tüm kültürlerinden kutlamalar, şenlikler, sofralar eşlik etsin tariflere. İstersiniz ki okuyucu her sayfayı çevirişinde en az sizin kadar heyecan duysun, sahiplensin ortaya çıkarmak için aylar boyu emek verdiğiniz eseri (Eser demek burnu büyüklük gibi gelmez size umarım. Her anne doğurduğu çocuğun nasıl olup da doğurabildiğine asla inanamasa da dünyanın en güzel eseri olduğunu düşünür). Öyle zengin bir geleneğin mirasçılarıyız ki ve öyle uzaklaşmışız ki âdetlerimizden, bu kitabı hazırlamak için kolları sıvadığım ilk günden itibaren bulduğum her bilgi kırıntısı, her hikâye, her kutlama vesilesi bir yandan sevincimi katlarken bir yandan da burnumun direğini sızlattı. Evet, belki küçük yerleşim yerlerinde veya geleneklerine bağlı ailelerde sürdürülegelen âdetler hâlâ var. Ancak hızlı bir trenin peşine takılmışçasına koşturup durduğumuz bir dönemde yaşıyoruz. Nasıl olduğunu anlayamadan ayların, yılların geçtiğini farkettiğimiz şu dönemde bizi asırlar boyu birbirimize bağlayan, güç veren törenlerimiz, paylaşımlarımız, kutlama ve buluşmalarımız daha da önem kazanıyor. Neden, diyeceksiniz. Her şey öylesine birbirine benzer, öylesine tatsız bir hale geldi ki (buna tezgâhlardaki sebze ve meyveler, marketlerdeki paketli ürünler, restoranlarda yediğimiz yemekler de dahil) geleneklerimiz bu hızlı tempodan bir an için uzaklaşıp kim olduğumuzu hatırlamamızı sağlıyor. Okudukça, öğrendikçe onların yeniden canlanmasını, filizlenip dünyayı sarmasını istemeden edemiyorsunuz. Her alanda yaşanan hızlı gelişme hem aile hayatını, hem de toplumsal bütünlüğü etkiliyor, deyim yerindeyse çatır çatır çatlamasına neden oluyor geleneklerin. Düşünsenize, erkek kardeşiniz askere giderken anneniz onun şerefine mahlepli bir çörek pişiriyor. Bir kısmını kardeşinize yedirdikten sonra kalan çöreği duvara asıyor. Askerlik boyunca gelen mektuplar için bir pano görevi gören çörek, aylar geçip de kardeşiniz geri döndüğünde asıldığı yerden alınıyor, bir lokması kardeşinize yedirilip kalanı da kurda kuşa yem olsun diye bahçeye serpiliyor. Kızkardeşinizin bebeğinin ilk dişi çıktığında halanız onun için diş buğdayı kaynatıyor, buğdaylardan otuziki tanesini bir ipe dizip yeğeninizin koluna asıyor. Otuziki dişi sembolize eden bu âdete göre buğdaylar kuruyup düştükçe yeni bir dişin çıkacağına inanıyorsunuz. Aşure ayının geldiğini farkedip, bir zamanlar anneannenizin yaptığı gibi alışverişinizi yapıyor ve aile yadigârı koca bakır tencerenizde aşure kaynatıp komşularınıza dağıtıyorsunuz. Nerede olduğunuzun hiç önemi yok. İstanbulda, Bartın, Aydın, Kayseri, hattâ Almanya veya Avustralyada yaşıyor olabilirsiniz. Bulabildiğiniz malzemelerle kaynatın aşureyi. Bırakın birkaç malzemesi eksik olsun. Bir kâse aşurenin birleştirici gücünü pişirip dağıtmadan bilemezsiniz. Ailenizden biri öldüyse konu komşunuzun getirdiği bir tencere çorbanın ısıtan gücünü, yaşamadan tahmin etmek çok zor. Hıdrellez gününü hatırlayın. Dileklerinizi astıktan sonra bir gül dalına, bir de güzel piknik sofrası kurduğunuz, sevdiklerinizle neşe içinde yediğiniz, içtiğiniz, sohbet ettiğiniz. Annenizden duyduğunuz Zekeriya Sofrasında buluşturun dostlarınızı, veya bir bayram kahvaltısında... Bu kitapta sadece tarihler ve tarifler değil, binbir yöreden gelenekler de var. Kimi artık unuttuğumuz, kimi hiç duymadığımız, kimi okuyunca gülümseyip kimi ise gözlerimizi nemlendiren. Ne kadar çok araştırır, bulur, yazar, yayımlar, anlatırsak geleneklerimizi, o kadar yaşatır, o kadar gerçek kılarız. Geçmişe dair bütün güzellikleri birer birer yitiriyoruz. Ailemizin büyükleri mesela. Onlarla birlikte öbür dünyaya gidecek öyle çok bilgi var ki. Artık geçerliliği kalmamış eski meslekleri düşünün. Bizler bakır tencere kullanmadıkça kalaycılar; el yapımı tahta kaşık satın almadıkça kaşık ustaları; mutfağımızda yöresel mutfak eşyalarına yer vermedikçe bakırcılar, demirciler, bıçakçılar, toprak kaba şekil veren ustalar ve daha niceleri bu işten ekmek yiyemez olacaklar. Sonra hasırcılar, semerciler, keçeciler ve daha nice meslek erbabı, zanaatkâr... Bu kitabın sayfalarında gördüklerinizden hoşnut olur, bilgilenir ya da bildiklerinizi hatırlar, tarifleri sevdikleriniz için uygular, güzel sofralara koyarsanız en güzel tabaklarınızda, başka ne dilerim ki sizden? Bir dileğim daha var gerçi. Geleneksel sanatlarımızın yaşatılmasına karınca kararınca da olsa katkıda bulunmanız, aile büyüklerinizden kendi ailenizin geçmişini, geleneklerini, âdetlerini öğrenip derlemeniz. Siz, ben, o. Hepimiz bir ucundan tuttuğumuzda hiç değilse kayda geçirmiş oluruz değerlerimizi, değerli insanlarımızı. Daha hatırlanır kılarız onları. İşte bunu da yaparsanız iki değil on kat mutlu olurum. Önceki kitaplarımı okumuş olan okurlarım bilirler. Tariflerimde mevsime uygun, sağlıklı, olabildiğince kolay bulunabilir, cebinizde delik oluşturmadan satın alınabilir malzemelerle hazırlanan tarifler ö
- Yorumlar
- Yorum yazBu kitaba henüz kimse yorum yapmamıştır.