Kendi Kaderini Tayin ve Kosova
Dünya, 20. yüzyılda ve günümüzde, Avrupa'da birbirine zıt iki gelişmeye birden sahne olmuştur ve olmaktadır. Bir yanda uluslararası anlaşmalarla sınırlar kalkmış, ülkeler birleşmiş, ortak pazarlar kurulmuştur. Diğer yanda ise devletler bölünmüş, bu bölünme gerçekleşirken de binlerce masum insan öldürülmüştür. Birleşmeler daha ziyade belirli bir kültür ve refah seviyesine sahip ülkeler arasında; bölünmeler ise henüz bir türlü tam manasıyla modernleşmemiş, çoğu azgelişmiş toplumlardan müteşekkil Balkan ülkeleri arasında cereyan etmiştir. Demokrasi, insan hakları gibi insani değerlere ve devleti sağlam oluşturup devam ettirecek geleneksel kurumlara da sahip olmadıkları, tüm Balkan devletlerinin 19. yüzyıldan sonra kurulmuş olmalarında görülebilir.
Bu haliyle Balkanlar, her zaman olduğu gibi, on yıl öncesine dek sürekli istikrarsızlık arz eden bir yapı sunmaktaydı. Nitekim asrın sonunda Soğuk Savaş'ın bitişiyle yaşanan en yoğun çatışmalar da bu bölgede görülmüştür. Halbuki Balkanların Osmanlı Devleti idaresinde olduğu 500 yıllık geçmişi en istikrarlı dönemi olmuştu. Bu istikrar Osmanlı Devleti'nin önce zayıflaması sonra da ortadan kalkmasıyla son bulmuştur. Balkanlar bir paylaşım alanı haline gelmiş, kısmen istikrarın yaşandığı Soğuk Savaş döneminin son bulmasıyla da, bölgede istikrarsızlık baş göstermiştir. Sovyetler Birliği'nin (SSCB) bıraktığı boşluğu, ABD hemen doldurmak istememiştir. Henüz yeni küresel güç haline gelmeye başlayan AB ise çevresine söz geçirmekten hâlâ uzak görünmektedir.
Anlaşmasında üyelerini ‘diğer tüm barışsever devletlere' açık olmaya davet eden BM'nin üyeleri arasında, sınırlarından az-çok hoşnut olan birçok ülkenin yanı sıra, olmayanlar da her zaman olmuştur. Söz konusu son olgu Balkan devletleri için daha fazla geçerlidir. Ülkeyi demir yumruğuyla bir bütün halinde yöneten Josip Broz Tito'nun 1980'de ölümünden sonra, Yugoslavya dağılma sürecine girmiş, Yugoslavya'yı oluşturan cumhuriyetlerden özellikle Sırbistan ve Hırvatistan mevcut sınırlardan hoşnut olmamışlar ve hayallerindeki büyük sınırlara ulaşmak için bölgeyi kan gölüne çevirmişlerdir. Balkanların istikrarsızlığa sürüklenmesinin nedenlerinden biri de, yukarıda da belirtildiği üzere, bölgenin demokrasiye geçerken tarihi tecrübe ve deneyimden yoksun olmasından kaynaklanmaktadır. Öyle ki bölgedeki dengeler hep büyük güçler tarafından oluşturulmuştur.
Yugoslavya'nın yeniden canlanması, ABD ile SSCB arasında başlayan Soğuk Savaş ile birlikte olmuştur. Soğuk Savaş döneminin kapanmasıyla da Yugoslavya'nın bir devlet olarak varlığı sorgulanmaya başlanmıştır. Elbette ki dağılmayı sadece bu nedene bağlamak yanlış olur. İç ırkîliğin çok fazla olması ve bunların birbirlerine tarihi düşmanlık duygusu içinde olmaları göz ardı edilemez. Esasında, 1990'ların başında SSCB'deki dağılma süreci, Doğu Avrupa'daki merkezi-sosyalist yapıların birbiri ardına çökmesi, Tito'nun ölümünden beri son derece nazik siyasi bir dengede bulunan Yugoslavya'nın birliğinin sarsılmasına yetmiştir.
Yugoslavya'daki komünist rejimin oluşturduğu suni sınırlar, dağılmanın ana nedenlerinden olmasının yanı sıra Bosna Hersek olaylarının da ana sebeplerinden birini oluşturmaktadır. Bosna Hersek Savaşı ile eski Yugoslavya'nın parçalanmasının esas sebebi, buradaki etnik ulusçu ve dine dayanan, din kaynaklı merkezkaç kuvvetlerin etkisi ve Sırpların büyük Sırbistan düşleridir.
Bu çalışmanın esas noktasını oluşturan Kosova ise, Yugoslavya'nın hâlâ dağılma sürecinin sona ermediğinin bir göstergesidir. Bugün devam eden Kosova sorunu, bir yüzyıl önce başlamakla beraber, Yugoslavya'nın dağılma yıllarında tekrar ve daha güçlü bir biçimde kendini hissettirmiştir. O zamandan başlayan Kosova'nın devlet olarak var olma mücadelesi, aynı zamanda uluslararası boyut kazanmasıyladır ki, uluslararası siyasi yapıda değişikliklere de yol açmıştır. Sırbistan, Bosna Hersek'ten sonra Kosova'da da katliama girişmiş, bunun neticesinde NATO müdahalede bulunmuştur. Müdahale sonrasında Sırbistan-Kosova bölgesi arasında fiili bir ayrışma oluşmuş, arkasından bağımsızlık gelmiştir. Bu durumlar da günümüzde hem özerk bölgelerin hem de ayrılmanın kendi kaderini tayinle bağlantısını gündeme getirmiştir.
Kendi kaderini tayin ise, tarih boyunca devletlerin kurulmasında ve yıkılmasında önemli işlev görmüştür. Günümüzde artık bu işlevinden ziyade demokratik boyutu önem kazanmıştır. Uluslararası alanda daha çok siyasi bir görev atfedilen kendi kaderini tayin, son yarım yüzyıldır hukuki bir zemine oturtulmaya çalışılmaktadır. Ancak belirtmek gerekir ki, uluslararası hukukun ayrılmaz bir parçası haline de gelmiş olmakla beraber, kendi kaderini tayin hâlâ ölçütleri kesin ve net olmayan hukuki-siyasi bir zeminde yer almaktadır. Kendi kaderini tayinin anlamı, içeriği, dayanağı ve gücü nedir? Açıklığa kavuşturulması gerekli olan bu hususlar nazari bağlamda ve Kosova örneğinde incelenecektir.
- Açıklama
Dünya, 20. yüzyılda ve günümüzde, Avrupa'da birbirine zıt iki gelişmeye birden sahne olmuştur ve olmaktadır. Bir yanda uluslararası anlaşmalarla sınırlar kalkmış, ülkeler birleşmiş, ortak pazarlar kurulmuştur. Diğer yanda ise devletler bölünmüş, bu bölünme gerçekleşirken de binlerce masum insan öldürülmüştür. Birleşmeler daha ziyade belirli bir kültür ve refah seviyesine sahip ülkeler arasında; bölünmeler ise henüz bir türlü tam manasıyla modernleşmemiş, çoğu azgelişmiş toplumlardan müteşekkil Balkan ülkeleri arasında cereyan etmiştir. Demokrasi, insan hakları gibi insani değerlere ve devleti sağlam oluşturup devam ettirecek geleneksel kurumlara da sahip olmadıkları, tüm Balkan devletlerinin 19. yüzyıldan sonra kurulmuş olmalarında görülebilir.
Bu haliyle Balkanlar, her zaman olduğu gibi, on yıl öncesine dek sürekli istikrarsızlık arz eden bir yapı sunmaktaydı. Nitekim asrın sonunda Soğuk Savaş'ın bitişiyle yaşanan en yoğun çatışmalar da bu bölgede görülmüştür. Halbuki Balkanların Osmanlı Devleti idaresinde olduğu 500 yıllık geçmişi en istikrarlı dönemi olmuştu. Bu istikrar Osmanlı Devleti'nin önce zayıflaması sonra da ortadan kalkmasıyla son bulmuştur. Balkanlar bir paylaşım alanı haline gelmiş, kısmen istikrarın yaşandığı Soğuk Savaş döneminin son bulmasıyla da, bölgede istikrarsızlık baş göstermiştir. Sovyetler Birliği'nin (SSCB) bıraktığı boşluğu, ABD hemen doldurmak istememiştir. Henüz yeni küresel güç haline gelmeye başlayan AB ise çevresine söz geçirmekten hâlâ uzak görünmektedir.
Anlaşmasında üyelerini ‘diğer tüm barışsever devletlere' açık olmaya davet eden BM'nin üyeleri arasında, sınırlarından az-çok hoşnut olan birçok ülkenin yanı sıra, olmayanlar da her zaman olmuştur. Söz konusu son olgu Balkan devletleri için daha fazla geçerlidir. Ülkeyi demir yumruğuyla bir bütün halinde yöneten Josip Broz Tito'nun 1980'de ölümünden sonra, Yugoslavya dağılma sürecine girmiş, Yugoslavya'yı oluşturan cumhuriyetlerden özellikle Sırbistan ve Hırvatistan mevcut sınırlardan hoşnut olmamışlar ve hayallerindeki büyük sınırlara ulaşmak için bölgeyi kan gölüne çevirmişlerdir. Balkanların istikrarsızlığa sürüklenmesinin nedenlerinden biri de, yukarıda da belirtildiği üzere, bölgenin demokrasiye geçerken tarihi tecrübe ve deneyimden yoksun olmasından kaynaklanmaktadır. Öyle ki bölgedeki dengeler hep büyük güçler tarafından oluşturulmuştur.
Yugoslavya'nın yeniden canlanması, ABD ile SSCB arasında başlayan Soğuk Savaş ile birlikte olmuştur. Soğuk Savaş döneminin kapanmasıyla da Yugoslavya'nın bir devlet olarak varlığı sorgulanmaya başlanmıştır. Elbette ki dağılmayı sadece bu nedene bağlamak yanlış olur. İç ırkîliğin çok fazla olması ve bunların birbirlerine tarihi düşmanlık duygusu içinde olmaları göz ardı edilemez. Esasında, 1990'ların başında SSCB'deki dağılma süreci, Doğu Avrupa'daki merkezi-sosyalist yapıların birbiri ardına çökmesi, Tito'nun ölümünden beri son derece nazik siyasi bir dengede bulunan Yugoslavya'nın birliğinin sarsılmasına yetmiştir.
Yugoslavya'daki komünist rejimin oluşturduğu suni sınırlar, dağılmanın ana nedenlerinden olmasının yanı sıra Bosna Hersek olaylarının da ana sebeplerinden birini oluşturmaktadır. Bosna Hersek Savaşı ile eski Yugoslavya'nın parçalanmasının esas sebebi, buradaki etnik ulusçu ve dine dayanan, din kaynaklı merkezkaç kuvvetlerin etkisi ve Sırpların büyük Sırbistan düşleridir.
Bu çalışmanın esas noktasını oluşturan Kosova ise, Yugoslavya'nın hâlâ dağılma sürecinin sona ermediğinin bir göstergesidir. Bugün devam eden Kosova sorunu, bir yüzyıl önce başlamakla beraber, Yugoslavya'nın dağılma yıllarında tekrar ve daha güçlü bir biçimde kendini hissettirmiştir. O zamandan başlayan Kosova'nın devlet olarak var olma mücadelesi, aynı zamanda uluslararası boyut kazanmasıyladır ki, uluslararası siyasi yapıda değişikliklere de yol açmıştır. Sırbistan, Bosna Hersek'ten sonra Kosova'da da katliama girişmiş, bunun neticesinde NATO müdahalede bulunmuştur. Müdahale sonrasında Sırbistan-Kosova bölgesi arasında fiili bir ayrışma oluşmuş, arkasından bağımsızlık gelmiştir. Bu durumlar da günümüzde hem özerk bölgelerin hem de ayrılmanın kendi kaderini tayinle bağlantısını gündeme getirmiştir.
Kendi kaderini tayin ise, tarih boyunca devletlerin kurulmasında ve yıkılmasında önemli işlev görmüştür. Günümüzde artık bu işlevinden ziyade demokratik boyutu önem kazanmıştır. Uluslararası alanda daha çok siyasi bir görev atfedilen kendi kaderini tayin, son yarım yüzyıldır hukuki bir zemine oturtulmaya çalışılmaktadır. Ancak belirtmek gerekir ki, uluslararası hukukun ayrılmaz bir parçası haline de gelmiş olmakla beraber, kendi kaderini tayin hâlâ ölçütleri kesin ve net olmayan hukuki-siyasi bir zeminde yer almaktadır. Kendi kaderini tayinin anlamı, içeriği, dayanağı ve gücü nedir? Açıklığa kavuşturulması gerekli olan bu hususlar nazari bağlamda ve Kosova örneğinde incelenecektir.
- Yorumlar
- Yorum yazBu kitaba henüz kimse yorum yapmamıştır.