Yıllar önce ışığın gözün retinasına değişik biçimde ulaşması ile ortaya çıkan bir algılama olarak kabul görmüş “renkler” keşfedilip tanımlanırken, tanım eksik yapıldı. Renkler ışığın maddeler üzerine çarpması ve kısmen soğurulup, kısmen yanması nedeniyle çeşitlilik göstermedi. Renk tonları böyle oluşmadı. Renkler ilk onun saçlarıyla keşfedildi. Ve biraz da gözleriyle. Bu iki doğaüstü şeyi önce güneş gördü ve kendisini çırılçıplak soyup onun saçlarını giydi. Sonra deniz... Deniz onun diğer doğaüstü duyu organını gördü ve boşalttı üzerindeki tüm su birikintisini. Onun gözlerine baktı, gözlerini öptü, gözlerini içti. Tüm su birikintisini üzerinden atıp sere serpe uzandı, onu serdi üzerine. Sonra ırmaklar, göller, akarsular... Böyle devam etti hepsi. Ve bir gün güneş ve deniz birbirlerini bir bütün olarak, anıt gibi dikilirken gördüler. Aynı anda. Aynı yerde. Ve güneş denize, deniz de güneşe aşık oldu. Birbirlerine dokundular, birbirlerini hissettiler, birbirlerini öptüler, sarıldılar, bütünleştiler… Onun saçlarının ve gözlerinin rengini çalan doğanın en önemli iki cismi bu birleşimden doğan farklı tonları doğurdu gayrimeşru bir şekilde. Ve insanoğlu onun saç ve gözlerinden oluşarak uzayıp giden bu serüvene “gökkuşağı” adını verdi. Ve o gökkuşağını ben gördüm. Evet, her şey bir sonbahar günü aynen böyle başladı…
“Onur Budak, Men Enti'de büyük bir gizin peşine düşüyor. Bu gizi anlıyor, bu gizi arıyor, buluyor, kaybediyor, unutuyor, hatırlıyor, kızıyor, seviyor... Ne kadar duygu varsa, hepsini birer birer yaşıyor; hiçbir duyguyu birbirine karıştırmadan, hepsini belli bir yere koymayı da çok iyi biliyor. Uyuduğu zaman bir gerçek, uyandığı zaman bir rüya görüyor...”
- Açıklama
Yıllar önce ışığın gözün retinasına değişik biçimde ulaşması ile ortaya çıkan bir algılama olarak kabul görmüş “renkler” keşfedilip tanımlanırken, tanım eksik yapıldı. Renkler ışığın maddeler üzerine çarpması ve kısmen soğurulup, kısmen yanması nedeniyle çeşitlilik göstermedi. Renk tonları böyle oluşmadı. Renkler ilk onun saçlarıyla keşfedildi. Ve biraz da gözleriyle. Bu iki doğaüstü şeyi önce güneş gördü ve kendisini çırılçıplak soyup onun saçlarını giydi. Sonra deniz... Deniz onun diğer doğaüstü duyu organını gördü ve boşalttı üzerindeki tüm su birikintisini. Onun gözlerine baktı, gözlerini öptü, gözlerini içti. Tüm su birikintisini üzerinden atıp sere serpe uzandı, onu serdi üzerine. Sonra ırmaklar, göller, akarsular... Böyle devam etti hepsi. Ve bir gün güneş ve deniz birbirlerini bir bütün olarak, anıt gibi dikilirken gördüler. Aynı anda. Aynı yerde. Ve güneş denize, deniz de güneşe aşık oldu. Birbirlerine dokundular, birbirlerini hissettiler, birbirlerini öptüler, sarıldılar, bütünleştiler… Onun saçlarının ve gözlerinin rengini çalan doğanın en önemli iki cismi bu birleşimden doğan farklı tonları doğurdu gayrimeşru bir şekilde. Ve insanoğlu onun saç ve gözlerinden oluşarak uzayıp giden bu serüvene “gökkuşağı” adını verdi. Ve o gökkuşağını ben gördüm. Evet, her şey bir sonbahar günü aynen böyle başladı…
“Onur Budak, Men Enti'de büyük bir gizin peşine düşüyor. Bu gizi anlıyor, bu gizi arıyor, buluyor, kaybediyor, unutuyor, hatırlıyor, kızıyor, seviyor... Ne kadar duygu varsa, hepsini birer birer yaşıyor; hiçbir duyguyu birbirine karıştırmadan, hepsini belli bir yere koymayı da çok iyi biliyor. Uyuduğu zaman bir gerçek, uyandığı zaman bir rüya görüyor...”
- Yorumlar
- Yorum yazBu kitaba henüz kimse yorum yapmamıştır.